ATATÜRK'ÜN "MUHTEŞEM YÜZYIL"A BAKIŞI
Osmanlı tarihinden bir kesit sunan “Muhteşem Yüzyıl” adlı televizyon dizisi nedeniyle bir tartışmadır gidiyor. Dizi daha yayına girmeden hemen harekete geçen “muhafazakar çevreler”, dizide Kanuni’nin “içki içmesine” ve “haremdeki kadınlara” büyük tepki göstererek, “Ecdadımız böyle gösterilemez!...” diye filmi protesto ettiler, etmekteler.
Osmanlı İmparatorluğu, 16. yüzyılda tarihçilerin “Klasik dönem” diye adlandırdıkları, Fatih-Yavuz-Kanuni döneminde üç kıtaya yayılan gerçek bir “dünya imparatorluğu” haline gelmiştir. Ancak 17. yüzyıldan itibaren başlayan çözülmeyle birlikte imparatorluk yavaş yavaş küçülmüş ve 20 yüzyılın başlarında da büyük bir gürültüyle yıkılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının temelde üç nedeni vardır: 1. Akıl ve bilimin ihmal edilmesi, 2. Dünyadaki hızlı değişme ayak uydurulamaması, 3. Emperyalist kuşatmayla çevrilmesi ve bu emperyalist baskıya dayanacak askeri, siyasi ve ekonomik güce sahip olmaması.
Neresinden bakılırsa bakılsın Osmanlı İmparatorluğu, Türk-İslam tarihi’nin en önemli siyasi oluşumlarından biridir. Bu yapıyı bütün yönleriyle anlamak, doğrularıyla ve yanlışlarıyla, bu yapıyı çözümlemek ve bu çözümlemeden dersler çıkarmak, Osmanlı İmparatorluğu’nun son üç yüz yılındaki “değişim ve dönüşümden” etkilenen Türkiye Cumhuriyeti için de yaşamsal bir zorunluluktur.
OSMANLI DÜŞMANI MI OSMANLI SEVİCİSİ Mİ?
“Türk tarihinin sürekliliğine” inan bir tarihçi olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki: Türkiye Cumhuriyeti bir taraftan Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki “değişim hareketlerinden” etkilenirken, diğer taraftan Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi, sosyal, toplumsal yapısından tamamen farklı yeni ve çağdaş bir çizgi belirlemiştir. Türkiye Cumhuriyeti-Osmanlı ilişkisinde hem bir “kopuş”, hem de bir “süreklilik” vardır. Örneğin Cumhuriyet, Osmanlı’nın sanatını (minyatür sanatı) mimarisini (camiler, hanlar, hamamlar, köprüler), bilim-sanat insanlarını (Piri Reis, Mimar Sinan vb) vb özelliklerini benimserken; siyasi yapısını (sultanlık), hukuk sistemini (şer’i hukuk), bağımlı ekonomisini (kapitülasyonlar), dış politikasını (sürekli genişleme), Türklere yaklaşımını (diğer unsurlara göre Türklerin dışlanması), kadın konusuna bakışı (kadının ikinci sınıflığı) vb. reddetmiştir. Genç Cumhuriyetin özellikle Atatürk’lü yıllarında Osmanlı’ya bakışı bu çerçevededir.
Bazen iddia edildiği gibi Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, asla bir “Osmanlı düşmanı” olmamıştır. Ancak Atatürk hiçbir zaman bir “Osmanlı sevicisi” de olmamıştır. O, Osmanlı’nın 600 yıllık tarihine saygı duyarak, Osmanlı’nın, kendi ifadesiyle, “En aşağı yedi bin yıllık Türk yurdu olan Anadolu’nun” önemli devletlerinden biri olduğunu belirtmiştir. Ama bu durum, hiçbir zaman onun Osmanlı’yı eleştirmesini de engellememiştir.
İYİ TARİH BİLEN ATATÜRK OSMANLI’YI DA İYİ BİLİRDİ
Atatürk, Türk tarihinin, bütün “zenginliği” ve “derinliğiyle” ortaya çıkarılarak genç kuşaklara anlatılmasını istemiştir. Türk Tarih Kurumu’nu kurması, Tarih kurultayları düzenlemesi, bu kurultaylara dünyanın en saygın tarihçilerini çağırması, Hititoloji ve Sümeroloji bölümlerini kurması, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ni kurması, yurt dışına tarih eğitimi için öğrenci göndermesi, Türk büyüklerinin biyografilerinin araştırılmasını istemesi ve dahası bizzat kendisi, Türklerin çok eski çağlarda Orta Asya’dan dünyanın değişik yerlerine yayıldıklarını, bu yayılma sırasında dillerini ve kültürlerini de yayıldıkları bölgelere taşıdıklarını iddia eden Türk Tarih Tezi’ni ileri sürmesi, onun Türk tarihine ne kadar çok önem verdiğinin en açık kanıtlarından sadece bir kaçıdır.
Atatürk adeta bir tarihçi gibi tarih üzerine eğilmiştir. Okuduğu beş bine yakın kitap içinde bin küsur tanesi tarihle ilgilidir. Atatürk’ün “göz kamaştıran başarıların” arkasında yüksek bir tarih bilinci yatmaktadır.
Atatürk’ün Osmanlı Tarihi üzerine okuduğu kitaplardan bazıları şunlardır:
1. Joseph Purgstall-Hammer, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”
2. M. Dochez, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”
3. Theophile Lavellee, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”,
4. N. Jorga, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihi”,
5. Ahmet Rasim, “Osmanlı Tarihi”
6. Necip Asım-Mehmet Arif, “Osmanlı Tarihi”,
7. G. Des Godins de Souhesmes, “Osmanlı Ülkesinde”,
8. Mahmut Esat Bozkurt, “Osmanlı Kapitülasyonlarının Yönetimi”,
9. Muhammed Ferid Bey, “Günümüz Osmanlı Krizi Üzerine Bir İnceleme”,
10. İbrahim Peçevi, “Peçevi Tarihi”,
11. Cemalettin Bey, “Sultan 5. Murat”,
12. Ebu’l Gazi Bahadır Han, “Şecere-i Türk”,
13. Abdurrahman Şeref, “Tarih-i Devleti Osmaniye”
14. Ali Reşat, “Tarih-i Osmani”,
15. Ahmet Aşık-i Aşıkpaşazade, “Tarihi Ali Osman Aşıkpaşazade Tarihi”
16. Hüseyin Kazım Kadri, “Türk İmparatorluğu, Sultanlar, Toprak ve İnsanlar”
17. Necip Asım, “Türk Tarihi”,
18. Richard Knalles, “Türklerin Genel Tarihi”,
19. Falih Rıfkı Atay, “Zeytindağı”.
20. Namık Kemal, “Osmanlı Tarihi”[1]
ATATÜRK’ÜN OSMANLI EL EŞTİRİLERİ
Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden “yeni” ve “çağdaş” bir “ulus devlet” çıkaran Atatürk’ün Osmanlı’ya bakışı genelde eleştireldir, Atatürk, yüzyıllar içinde köhnemiş ve nihayetinde yıkılmış Osmanlı İmparatorluğu’nu “romantik” değil, “akılcı” bir gözle analiz etmiştir; Osmanlı’yı önce duraklatan, sonra da yıkıma götüren “iç ve dış” nedenleri “objektif” ve “bilimsel” bir biçimde araştırıp ortaya koymuş ve “tarihten ders” alarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Tarihten ders almasını bilecek kadar “tarih bilincine sahip” olan Atatürk, bugünkü “popülist politikacalar” gibi asla körü körüne bir “Osmanlı seviciliği” yapmamıştır. Osmanlı’nın mimari, askeri strateji vb. güçlü yönlerinin altını çizen Atatürk, Osmanlı’nın, ölçüsüzce genişlemesini, bu genişleme sürecinde Türklerin gücünden yararlanılmasını, bir dönemden sonra medrese eğitiminin yozlaşmasını, akıl ve bilimin ihmal edilmesini, bazı padişahlarının yetersizliklerini, son dönemlerde kapitülasyon belasıyla ekonominin tamamen dışa bağımlı hale gelmesini, sanayileşme ve kültürel aydınlanma konusunda geç kalınmış olmasını çok ağır bir biçimde alabildiğince eleştirmiştir. Bu eleştirileri daha çok halka yönelik konuşmalarında halkın gözünün içine bakarak yapmış, “Aman geleneksel bağlara sıkıca bağlı halk ne der?” demeden, soğuk ve çıplak gerçeklerle halkı yüzleştirmiştir. Onun bir zamanlar bir ferdi olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nu eleştirmesi, tamamen “devrimci” bir tavırdır. Bilindiği gibi dünyadaki bütün önemli devrimciler, özellikle devrimi yerleştirme sürecinde devrilen eski siyasi yapıyı alabildiğince eleştirmişlerdir.
İşte Atatürk’ün 1923, İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı bir Osmanlı eleştirisi:
Atatürk’e göre “milli” bir yapıya sahip olmayan Osmanlı’da “milli bir tarih” de yoktur. Osmanlı döneminde hakimiyet millete değil, milletin başına geçen birtakım kişilerdedir. Millet, evi barkı ile ilgileneceği, kendi topraklarında hayatını devam ettirebilmek için çalışacağı yerde cepheden cepheye koşturulmuştur. Milletin arzusu, emelleri ve gerçek ihtiyaçları göz önünde bulundurulacağına millet şunun bunun şahsi ihtiraslarına alet edilmiştir. İç politika ise dış politikanın gereğine göre düzenlenmiştir. Bu nedenle Osmanlı dönemde Türk halkı milli bir hayat yaşamamıştır.
“Efendiler! Osmanlı tarihini tetkik edersek görürüz ki, bu bir milletin tarihi değildir. Milletimizin mazideki halini ifade eden bir şey değildir. Belki milletin ve milletimizin başına geçen insanların hayatlarına, ihtiraslarına teşebbüslerine ait bir hikayedir.Bu böyle olmakla berber, bütün bu devirlerin de devlet namına muayyen bir istakamet-i siyasiyesi yoktu. Belki devletin ve milletin başına geçen insanların kendilerine mahsus siyasetleri vardı veyahut hiç siyasetleri yoktu… Mesela Fatih Sultan Mehmet, kendi ecdadından tahsis etmiş olduğu Osmanlı Devleti ile Selçuklu Devleti tacına tevarüs etmişti ve İstanbul’un fethiyle Şarki Osmanlı İmparatorluğu’na da tevarüs etmişti. Bundan sonra Garbe (Batıya) doğru tevassü (genişlemek) istiyordu. Fatih arzu ediyordu ki, Roma’yı da alsın ve Garbi Roma İmparatorluğu tacını da başına koysun.
Birçok Avrupa memaliki (ülkesi) zapt olundu. Fakat orada İslam anasırı yoktu, milel-i muhtelife (değişik milletler) vardı. Denilebilir ki Fatih’in siyaseti bir garp siyaseti idi. Ancak siyaseti hariciyede kuvvetli olabilmek için kuvvetli bir siyaseti dahiliye lazımdır. Fakat, Fatih Sultan Mehmet, kuvvetli bir teşkilatı dahiliye nasıl vücuda getirebilirdi. Memalik-i şahanesi (Osmanlı ülkesi) sekseni muhtelif anasırdan mürekkep idi…
Fatih’in ölümünden sonra Beyazit başka bir siyaset takip etti. Bu siyasetin rengi kabil-i ifade değildir. Beyazit çok mütedeyyin ve itikadı taassup derecesinde idi. Fatih’in siyasetini takip etmedi.
Sonra Yavuz Sultan Selim geldi. O da başka bir siyaset teveccüh etti. Garp siyasetini bıraktı, Şark siyaseti… İttihad-ı İslam (Müslümanların birleşmesi) siyaseti takip etti. İran istikametinde nüfuz-u iktidarını ibraz etti ve Mısır seferi neticesinde de Hilafeti aldı.
Vefatında yerine geçen Kanuni başka bir siyaset takip etti. Yani hem Şark, hem de Garp siyaseti takip eyledi. İki cepheli bir siyaset…
Belli başlı bu dört sultandan başka diğerlerini nazar-ı itibara alırsak onların hiçbir siyaset takip etmedikleri görülüyor.”[2]
Görüldüğü gibi Atatürk, yukarıda Osmanlı’nın “Muhteşem Yüzyılı”nı eleştirmektedir. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “ulus devlet” olması, Atatürk’ün Osmanlı eleştirilerini daha çok, Osmanlı’nın yayılma siyasetinin çelişkileri, padişahların tek adamlıkları, yani saltanat sisteminin zararları ve çok uluslu Osmanlı yapısı içinde Türklerin ikinci plana itilmeleri üzerinde yoğunlaştırmıştır.
Atatürk, 1927 yılında CHP Kurultayında okuduğu Büyük Nutuk’ta: “Osmanlılar zamanında çeşitli siyasi ilkeler takip edilmiş ve edilmekteydi. Ben bu siyasi ilkelerin hiçbirinin yeni Türkiye’nin siyasi şekillenmesinde ilke olarak kabul edilemeyeceğine inanmıştım” demiştir. [3]
Atatürk, “Bu konuyla ilgili olarak öteden beri söylediklerimin ana noktalarını burada hep birlikte hatırlamayı yararlı bulurum” diyerek Osmanlı eleştirilerini şöyle özetlemiştir:
“Efendiler! Bilirsiniz ki hayat demek, mücadele ve kavga demektir. Hayatta başarı kazanmak mutlaka mücadelede başarı kazanmaya bağlıdır. Bu da maddi ve manevi güç ve kudrete dayanan bir özelliktir. Bir de insanların uğraştığı bütün meseleler, karşılaştığı bütün tehlikeler, elde ettiği başarılar, toplumca yapılan genel bir mücadelenin dalgaları içinden doğagelmiştir. Doğulu kavimlerin Batılı kavimlere saldırı ve hücumu, tarihin belli bir sayfasıdır. Doğu milletleri arasında Türklerin başta geldiği ve çok güçlü olduğu bilinmektedir. Gerçekten de Türkler, İslamlıktan önce Avrupa içerisine girmişler, saldırılar, istilalar yapmışlardır. Batı’ya saldıran ve İspanya’yı ele geçirerek Fransa sınırına kadar giden Araplar da vardır. Fakat efendiler, her saldırıya daima bir karşı saldırı düşünmek gerekir. Karşı saldırı ihtimalini düşünmeden ve ona karşı güvenilir bir tedbir bulmadan saldırıya geçenlerin sonu, yenilmek, bozguna uğramak ve yok olmaktır.
Atilla, Fransa ve Batı Avrupa topraklarına yayılmış olan imparatorluğunu batırdıktan sonra, bakışlarımızı Selçuklu Devleti’nin yıkıntıları üstünde kurulmuş olan Osmanlı Devleti’nin İstanbul’da Doğu Roma İmparatorluğu’nun taç ve tahtına sahip olduğu devirlere çevirelim. Osmanlı hükümdarları arasında Almanya’yı, Batı Roma’yı ele geçirerek çok büyük bir imparatorluk kurma çabasında bulunmuş olan vardı. Yine bu hükümdarlardan biri bütün İslam dünyasını bir merkeze bağlayarak yönetmeyi düşündü. Bu amaçla Suriye ve Mısır’ı zaptetti. Halife unvanını takındı. Diğer bir sultan da hem Avrupa’yı zapt etmek, hem de İslam dünyasını hüküm ve idaresi altına almak gayesini güttü. Batı’nın sürekli karşı saldırısı, İslam dünyasının hoşnutsuzluk ve isyanı ve bu şekilde bütün dünyayı ele geçirme düşünce ve emellerinin aynı sınırlar içine aldığı çeşitli unsurların uyuşmazlıkları, sonunda benzerleri gibi Osmanlı İmparatorluğu’nu da tarihin sinesine gömdü.” [4]
Osmanlı İmparatorluğu’nun “ölçüsüz ve hesapsız” fetih anlayışının Osmanlı’yı yıkıma sürüklediğini iddia eden Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasetini, “Milli değil, belirsiz, bulanık ve kararsız” diye adlandırmıştır.[5]
“Çeşitli milletleri ortak ve genel bir ad altında toplamak ve bu çeşitli unsurlardan oluşan kitleleri eşit haklar altında bulundurarak güçlü bir devlet kurmak parlak ve çekici bir siyasi görüştür; fakat aldatıcıdır.” diyerek çok uluslu imparatorluk siyasetini eleştiren Atatürk, buradan sözü yeni Türk Devleti’ne getirerek şöyle demiştir:
“Bizim kendimizde açıklık ve uygulama imkanı gördüğümüz siyasi ilke, milli siyasettir. Dünyanın bugünkü genel şartları, yüzyılların akıllarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçekler karşısında hayalci olmak kadar büyük yanılgı olamaz. Tarihin ifadesi budur. İlmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir…
Milli siyaset dediğim zaman kastettiğim anlam ve öz şudur: Milli sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koruyarak, millet ve memleketin gerçek saadet ve refahına çalışmak… Genellikle milleti uzun uzun emeller peşinde yorarak zarara sokmamak… Medeni dünyadan, medeni, insani ve karşılıklı dostluklar beklemektir.”[6]
Görüldüğü gibi Atatürk, “fetihçi” karaktere sahip “çok uluslu” bir “ümmet” imparatorluğundan “tam bağımsız” bir “ulus devlete” geçerken Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasetini alabildiğince eleştirmiştir. Bu eleştirilerin amacı, “cumhuriyet tarihi yalancılarının” söyledikleri gibi “geçmişi kötülemek” değil, geçmişin hatalarından ders alarak “geleceği kurgulamaktır”.
Atatürk’ün “Osmanlı eleştirileri” bir yönüyle “konjektürel” olsa da başka bir yönüyle “tarihsel gerçekleri” yansıtmaktadır.
Atatürk, Osmanlı siyasal düşüncesini ve bu düşüncenin temel dayanakları olan “hanedan” ve “hilafet” gibi kavramları eleştirerek, “Türk ulusu” ve “ulusal egemenlik” gibi kavramları vurgulamıştır.
“Osmanlı tarihini incelersek görürüz ki, bu bir millet tarihi değildir, milletimizin geçmişteki halini ifade eden bir şey değildir. Belki milletin başına geçen birtakım insanların hayatlarına, ihtirasılarına, teşebbüslerine ait bir hikayedir.”[7] diyen Atatürk, devrimci bir mantıkla bu “hanedan tarihini”, alabildiğince eleştirmiştir. Aslında Atatürk’ün en temel amaçlarından biri, binlerce yıllık Türk tarihini bu “hanedan tarihinin darlığından” kurtarmaktır.
Atatürk başta olmak üzere erken cumhuriyetçi kadronun Osmanlı eleştirilerinde bir ulus oluşturma kaygısının derin izleri vardır. Bu eleştirilerle “eki Osmanlı ümmeti” kimliği tamamen tasfiye edilerek, yeni “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” kimliği oluşturulmak istenmiştir. [8]
Atatürk’ün Osmanlı’ya yönelttiği temel eleştirilerden biri, “Osmanlı’nın Türkleri ihmal ettiği” yönündedir. Atatürk’e göre Osmanlı, izlediği fetih siyaseti sonunda fethettiği yerleri korumakta güçlük çekince buralarda yaşayan farklı dil, din ve geleneklere sahip milletlere bütün bu farklılıklarını koruyabilecekleri istisnalar, imtiyazlar verdikten sonra Türkleri de buralara muhafız yapmıştı. Atatürk, Türklerin Osmanlı’da askerlikten başka nerdeyse hiçbir şeyle uğraşmadıklarını, oysa diğer milletlerin çalışarak zenginleştiklerini ve sonuçta Türklerin kendi anayurtlarında başkasına muhtaç duruma düştüklerini belirtmiştir.[9]
Şu sözler Atatürk’e aittir:
“Osmanlı halkı içindeki Türk milleti de tamamen esir vaziyete getirilmişti. Bu netice arz ettiğim gibi, milletin kendi iradesine ve kendi hakimiyetine sahip bulunmamasından ve bu irade ve hakimiyetin şunun bunun elinde istimal edile gelmiş olmasından kaynaklanıyordu.”[10]
Atatürk’ün “Osmanlı eleştirilerinin” temelinde, yeni kurulan Türk Devleti’ni daha sağlam temeller üzerinde yükseltmek için Osmanlı’nın yaptığı hataları bilip bu hataları tekrarlamamak düşüncesi vardır.
Örneğin, daha 1922 yılında not defterlerinden birine (22 no) Konya’da bir sanat okulunun açılışı için yapacağı konuşma metninde “Osmanlı Devleti’nin sanata önem vermediğini” belirterek Osmanlı Devleti’ni eleştirmiş ve yeni Türk Devleti’nin Osmanlı’nın bu “yanılgısını” tekrarlamayacağını belirtmiştir.
İşte Atatürk’ün 2 Nisan 1922 tarihli o notları:
“… Fakat Osmanlı Türkleri İstanbul’u, Rumeli’yi fethettikten sonra kendilerini içtimai ve askeri hayatın ihtiyaçlarını bizzat temin ile başka işlerle (sanatla) uğraşmaya ihtiyaç duymadılar. Bu konuları, içli dışlı ilişkide bulundukları yabancıların sanatkarlarına bıraktılar.
Onlar yalnız uzun seferlerin hızını, geniş savaş alanlarının ulaşılmaz kahramanlığı şerefini elde ederek övündüler.
Onlar için bu kahramanlık sanatından başka sanat yoktu. Veya başka sanatla ilgilenmeyi haysiyetlerine zarar verecek sanırlardı.
Hafızamda aldanmıyorsam, Belgrat üzerinden Viyana’ya yürüyen bir Osmanlı ordusunun başında bulunan Sultan Süleyman-ı Kanuni’nin atının nalı düşmüştür. Nalbant bulmak önemli bir sorun olmuştur. Nihayet askerler arasında nalbantlıktan anlayan birisi bulunmuştur. Padişahın atı nallanmıştır. Fakat Padişah bu olaydan, ordusunda bir nalbant bulunmasından müteessir olmuştur. (Çünkü) Padişah, bu gibi sanatların orduya girmesinin orduyu zayıflatacağını düşünmekteydi.
İşte bu zihniyetin uygulaması sonucundadır ki, Osmanlı ordusunu iğneden ipliğe her türlü ihtiyacını sağlamada cahil ve aciz bir halde bırakmıştır.
Bütün ihtiyaçlarının sağlanması için millet ecnebilere bağlı kaldı. Bu zihniyetle sanatın gereği, sanatkarlığın önemi ve şerefi takdir olunamazdı.
Efendiler, bu zihniyetin ne kadar yanlış, ne kadar akıldan uzak olduğunu, asırların verdiği acı tecrübe ile ve özellikle bugün içinde bulunduğumuz şartların zorluğuyla anlamış, acısını hissetmemiş bir kişi kalmamıştır.”[11]
Bu sözleriyle Osmanlı’nın sanata, sanatçıya, zanaata ve zanaatkara önem vermemesini eleştiren Atatürk, sözü yaşanılan zamana getirerek, sanata önem verilmesi gerektiğini. “Bugün bu sanat okulunun açılışında hazır bulunduğumuzdan cidden bahtiyarım…” diyerek ifade etmiştir.[12]
ATATÜRK’ÜN ELEŞTİRDİĞİ OSMANLI PADİŞAHLARI
Atatürk’ün en sert biçimde eleştirdiği Osmanlı padişahı Vahdettin’dir.[13] Kurtuluş Savaşı’nın belli bir dönemine kadar, Halife-sultana bağlı kitlelerin Kurtuluş Savaşı’na cephe almamaları için Vahdettin’den “saygıyla” söz eden Atatürk, Vahdettin’in Kurtuluş Savaşı yıllarındaki hıyanetlerini görmeye başladıktan sonra (1920) Meclis gizli oturumlarında Vahdettin’in “hain” olduğunu açıkça ifade etmiş, ama yazışmalarında yine “strateji gereği” bu gerçeği açıklamamıştır. Ta ki, son padişah son ihanetini yapıp, düşmana sığınıncaya kadar... Atatürk, Vahdettin İngilizlere sığındıktan sonra (17 Kasım 1922) “Vahdettin gerçeğini” ulusuyla paylaşmıştır.
Bugün, cumhuriyet tarihi yalancılarınca “kahraman” ilan edilen Vahdettin’i Atatürk çok ağır biçimde eleştirmiştir. İşte o eleştirilerden bazıları:
“Saltanat, hilafet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta…”[14]
Atatürk Vahdettin’e sadece “alçak-hain” demekle kalmamış, çok daha ağrırı, “yaratık” demiştir. Evet! Yanlış okumadınız YARATIK demiştir…
İşte Atatürk’ün Vahdettin hakkındaki o sözleri:
“O zaman egemenliğin babadan oğula geçmesi gibi yanlış bir yöntem olarak büyük bir kat, gösterişli bir son kazanabilmiş bir alçağın, onuru çok yüksek olan soylu bir ulusu nasıl utanacak bir duruma düşürebileceği, kendiliğinden anlaşılır. Gerçekten neden ve nasıl olursa olsun Vahdettin gibi özgürlüğünü ve canını kendi ulusu içinde tehlikede görebilecek derecede aşağılık bir yaratığın, bir dakika bile olsa bir ulusun başında olduğunu düşünmek ne acıklıdır. Kıvancımız şudur ki: Bu alçak alçaklığını, atalarından kalma padişahlık katından Türk ulusunca atıldıktan sonra tamamlamış bulunuyor. Türk ulusunun bu öncelikli davranışı elbette övülmeye değer. Beceriksiz, aşağılık, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini kabul eden herhangi bir yabancının kanadı altına sığınabilir; ama böyle bir yaratığın bütün Müslümanların halifesi kimliğini taşıdığını söylemek kuşkusuz uygun düşmez.”[15]
“Beceriksiz, aşağılık, duygusuz, anlayışsız, soysuz bir yaratık…” İşte Atatürk’ün Vahdettin’e bakışı bu kadar net ve bu kadar serttir. Tartışmasız, Atatürk’ün en sert biçimde eleştirdiği Osmanlı padişahı Vahdettin’dir. Çünkü o, hiçbir Osmanlı padişahının yapmadığını yapmış, bir ölüm kalım savaşında düşmanla çok sıkı bir işbirliğine girmiş, vatanı kurtarmaya çalışanların üzerine ordu göndermiş, bir iç savaş başlatmış, kısaca düşmanın maşası olmuş, bu da yetmemiş savaş sonrasında hiç çekinmeden düşmana sığınarak vatanından kaçmıştır.
Atatürk, “sultan” unvanına fazlaca önem vermesi ve Timur’la olan çatışmasından dolayı Yıldırım Bayezıt’ı, Fatih’in hamlelerini devam ettirmeyen II.Bayezıt’ı ve “saltanatı uğruna ülkeye yabancıları davet etti” dediği II. Mahmut’u da eleştirmiştir.[16] Ama bu eleştirilerin hiçbiri Vahdettin’e yönelik eleştiriler kadar sert değildir.
Atatürk, Harp Okulu yıllarındaki bir konuşmasında Osmanlı Devleti’nden, bazı Osmanlı padişahları ve devlet adamlarından şöyle söz etmiştir:
“Nerde Fatih, Yavuz, Kanuni, üçüncü Selim gibi hükümdarlar! Son devir Osmanlı padişahları hep cahil ve zavallı kimseler.Kendileri cahil oldukları için de memlekete düzen verebilecek vezirlere asla tahammül edememişler, memleketi bu hale sürüklemişlerdir. Abdülmecit Mustafa Reşit Paşa’dan, Abdülaziz Ali ve Fuat paşalardan, Abdülhamit Mithat Paşa’dan, Hüseyin Avni Paşa’dan daima korkmuştu. Sıkışık zamanlarda onları sadarete layık görmüşler, tehlikeyi atlattıktan sonra Mahmut Nedim gibi dalkavukları, hırsız ve uğursuzları işbaşına getirmişlerdir.Şunu iyi bilelim ki: Mithat Paşa sağ olsaydı, Hüseyin Avni Paşa öldürülmeseydi ne ordumuz ne de donanmamız bugünkü hale düşerdi. Akdeniz’de ikinci durumda olan donanmamız Karadeniz’de Ruslar’a herhalde dersini verecek 1877-1878 seferinde Ayastefanos’a kadar çekilmeyecektik.Türk-Yunan Savaşı’nda bu donanmayı haliçten çıkarmayacak hale getirmek suç değil midir? Millet padişahından neden hesap soramamalıdır?Bir hıyanet olan bu hareketlerde bulunan bir insanı Fatihlerin, Yavuzların torunu olarak kabul etmek mümkün müdür?”[17]
Görüldüğü gibi Harp Okulu öğrencisi, daha 20’li yaşlarındaki Mustafa Kemal, bir Osmanlı tarihi eleştirisi yaparak, “Millet padişahından neden hesap sormamalıdır?” diyebilmektedir. Ne diyelim “adam olacak çocuk işte!...”
ATATÜRK’ÜN HAZIRLATTIĞI TARİH KİTAPLARINI KİM DEĞİŞTİRDİ?
Atatürk’ün “Osmanlı eleştirileri” cumhuriyetin okul kitaplarına da girmişti. Liseler için hazırlanan tarih kitaplarında Osmanlı’nın eksik yönleri, yanlış politikaları hiç çekinilmeden eleştirilmişti. Bugün yapıldığı gibi cumhuriyetin ilk yıllarındaki ders kitaplarında “romantik” bir Osmanlı tarih anlatımı yoktu. Türk-İslam tarihinin en uzun süre ayakta kalmış devletinin eksikleri, yanlışları eleştirilerek Türk gençlerinin tarihlerinden ders almaları ve geçmişin hatalarını tekrarlamamaları amaçlanmıştı. Yani genç cumhuriyet Osmanlı tarihini, bir rahatlama aracı, eski başarılarla avunma yöntemi olarak değil, bir sosyal laboratuar olarak kullanmıştı. Genç cumhuriyetin Osmanlı tarihine yönelik bu yaklaşımı son derece doğrudur. Çünkü bilindiği gibi “tarih bilimi”, insanların kendi kendilerini avutmaları, geçmiş başarılarla övünmeleri amacıyla icat edilmiş bir oyun aracı, bir hamasi düşler makinesi değildir; “tarih”, toplumların geçmiş hatalarını bilerek o hataları tekrarlamalarını engellemek amacıyla geliştirilmiş, belge ve bilgiye dayalı bir sosyal bilimdir.
Ancak bugünün Türkiyesi’nde üstelik kendilerini “liberal” olarak tanımlayan kimileri, buz gibi, “Osmanlı seviciliği” yapmakta ve Atatürk’ün 20. yüz yılın başlarında Osmanlı’nın en gözde padişahlarının “fetih siyasetlerini” eleştirmesini yadırgamaktadırlar. Örneğin Taha Akyol, bir köşe yazısında Atatürk’ü, Fatih’i eleştirdiği için eleştirmiş ve haksız bulmuştur.[18] Oysa ki Peçevi, İbrahim Efendi, Katip Çelebi ve Naima gibi tarihçiler de Viyana’ya kadar dayanan Osmanlı fetih siyasetini, üstelik yüzlerce yıl önce, eleştirmişlerdi.[19]
Atatürk döneminde okul kitaplarında Osmanlı tarihi, “savaş” ve “anlaşma” tarihi olarak değil, “bilim”, “kültür”, “sanat” tarihi olarak anlatılmıştır. Atatürk, genç cumhuriyetin “kul” olmaktan “birey” olmaya terfi etmiş “çağdaş yurttaşlarını” savaş ve fetihle değil, savaş ve fetih başarılarının da ardında yatan “bilim”, “kültür” ve “sanat” alanındaki başarılarla motive etmeye çalışmıştır.[20]
Ancak Atatürk’ün bu “tarih bilinci” birilerini rahatsız etmiş, ve Atatürk öldükten sonra Türkiye’de genel olarak tarih eğitimi, özel olarak da “Osmanlı tarihi anlatımı” değiştirilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’yle imzalanan 1949 Eğitim Komisyonları Anlaşması gereğince, ABD’li uzmanların isteğiyle Osmanlı tarihi, yeniden “savaş”, “fetih” ve “anlaşma” tarihine indirgenmiş, Osmanlı “sanatı” “kültürü” (en azından mimarisi) nerdeyse tamamen kitaplardan çıkarılmıştır. Amerika’nın, Osmanlı tarih yazımında böyle bir değişiklik yapmasının nedeni 1950 ve sonrasındaki “soğuk savaş” döneminde siyasi rakibi Komünist Rusya’nın burnunun dibindeki Türkiye’den daha rahat yararlanmak istemesidir. Şöyle ki: ABD, “Osmanlı atalarının savaşçılığıyla motive olan Türk gençlerinin”, asker olarak kendisine daha yararlı olacağını düşünmüştür. Bu nedenle Türk tarih Osmanlı tarihine, Osmanlı tarihi de “savaş” ve “fetih” tarihine indirgenmiştir.
İşte bu süreçte, sadece tarih kitapları değiştirilmemiş, Atatürk’ün “ulus” ve “milliyetçilik” anlayışları da değiştirilmiştir. Atatürk’ün, “En aşağı 7 bin yıllık” Anadolu tarihinden beslenen, Hatti, Hitit, Sümer, Truva, Bizans, Selçuklu, Osmanlı medeniyetlerinin mirasçısı olan “Türk milleti” tanımı, 1071’de Orta Asya’dan Anadolu’ya giren “göçebe kitlelerin”, zaman içinde Anadolu’da kurdukları Osmanlı Devleti’ne indirgenmiş, Osmanlı Devleti de sadece “savaşa” ve “fetihe” mahkum edilmiştir. Bu tarihi okuyan Türk gençleri de “Osmanlı’nın askeri zaferleriyle” övünmeyi, “Milliyetçilik” zannetmeye başlamışlardır.[21]
ATATÜRK’ÜN BEYENDİĞİ OSMANLI PADİŞAHLARI
Osmanlı’yı “akılcı” ve “bilimsel” ölçülerde alabildiğince eleştiren Atatürk, asla bir “Osmanlı düşmanı” değildir. Osmanlı tarihinin, Türk-İslam tarihinin çok önemli bir bölümü olduğunu da her defasında vurgulamış, özellikle bazı Osmanlı padişahları ve bazı Osmanlı büyüklerinden övgüyle söz etmiş, genç kuşaklara onların mutlaka anlatılması gerektiğini belirtmiştir.
Örneğin, Atatürk daha Harp Akademisi’nde öğrenciyken tuttuğu notlarda Yavuz Sultan Selim’i, Çaldıran’da soğukkanlılığını hiç kaybetmediği için takdir etmiştir.[22]
1904 yılında 3 numaralı not defterine, “Meşhur Osmanlı Kumandanları” başlığı altında Makbul İbrahim Paşa ve Lala Mustafa Paşa’nın biyografilerini yazmış, her iki Osmanlı devlet adamından da övgüyle söz etmiştir.[23]
Osmanlı’nın belli politikalarını alabildiğince sert biçimde eleştiren Atatürk, Türk-İslam tarihindeki bütün önemli isimler gibi Osmanlı tarihinin abide isimlerine de gereken önemi vermiştir. Atatürk’ün en çok değer verdiği tarihi isimlerin başında Hz. Muhammed, Cengiz, Timur, Yıldırım ve özellikle Fatih gelmektedir.
Hz. Muhammed için, “Benim senin adın silinir; fakat o ölümsüzdür” demiş.[24]
Yıldırım için: “Bir gün ressamlar kahramanlık simasını kaybederlerse Yıldırım’ın şahsında bulabilirler” demiş.
Timur’u çok akıllı bulmuş, “Onun yaptıklarını ben yapabilir miydim, bilmiyorum” demiş,
Çok önem verdiği Fatih’ten: “Büyük adamdı büyük…” diye söz etmiş ve İstanbul Rumeli Hisarı’na bir Fatih heykeli diktirmek istemiştir.
Yine İstanbul’a Barbaros Hayrettin Paşa, Timur, Mimar Sinan ve İbn-i Sina’nın heykellerini diktirmek istemiştir.[25]
Dahası Atatürk, 1930’lardaki tarih çalışmaları kapsamında Osmanlı tarihinin de bilimsel bir şekilde araştırılmasını istemiş ve ilk olarak yurt dışında Tarih doktorası yapan manevi kızı Afet İnan’a ünlü Osmanlı denizcisi Piri Reis’in hayatını araştırma görevi vermiştir. Afet İnan’ın Piri Reis araştırmasıyla bizzat ilgilenen Atatürk, Afet İnan’ın ihtiyaç duyduğu arşiv belgelerini bizzat kendisi temin ederek Cenevre’ye Afet İnan’a göndermiştir. [26]
ATATÜRK’ÜN ABDÜLHAMİT’E BAKIŞI
Atatürk’ün Osmanlı padişahları hakkında en ilginç değerlendirmesi Padişah II. Abdülhamit hakkındadır. Bir zamanlar Abdülhamit istibdadını yıkmak için mücadele etmiş, hatta Harp Okulu’ndan mezun olur olmaz Abdülhamit karşıtlığından dolayı hapis yatmış olan (1905) Atatürk, 1937 yılında Abdülhamit hakkında şunları söylemiştir:
“… Bak çocuk, kişisel kanımı kısaca söyleyeyim: Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun durumu kuşkulu ve sınırları düşmanlarla çevrili bir büyük devlette Abdülhamit’in yönetimi büyük hoşgörüdür. Hele bu yönetim, 19. yüzyılın sonlarında uygulanmış olursa…”[27]
ATATÜRK’ÜN FATİH HAYRANLIĞI
Zaman zaman bazı politikaları nedeniyle eleştirmiş olsa da Atatürk’ün en sevdiği, en beğendiği Osmanlı padişahı tartışmasız Fatih Sultan Mehmet’tir.
Atatürk, 1930’da Afet İnan’a, Fatih Sultan Mehmet’in en büyük başarılarından biri olan İstanbul’un fethi hakkında şu çarpıcı sözleri söylemiştir:
“İstanbul’un fethi olayını değerlendirirken diyenler vardır ki: Bizanslılar Türklerden daha medeni idiler, fakat Türklerin harsı kuvvetli olduğu için galip ve başarılı oldular! Bu anlayış anlatım doğru değildir. Gerçekte Türkler Bizanslılardan daha hem daha medeni idiler, hem de ırki karakterleri onlardan yüksekti. Medeniyet dediğimiz harsın üç önemli özelliğini göz önünde tutarak olayı değerlendirirsek fikrimiz kolaylıkla anlaşılmış olur:
İstanbul’u alan Türkler, devlet hayatında elbette Bizans İmparatorluğu’ndan çok yüksekti. Türklerin İstanbul’un fethinde inşa ve icat ettikleri gemileri toplar ve her çeşit araçlar, gösterdikleri yüksek fen yeteneği, bilhassa koca bir donanmayı Dolmabahçe’den Haliç’e kadar karadan nakletmek dehası, daha önce Boğaziçi’nde inşa ettikleri kuleler, aldıkları tedbirler, Bizans’ı alan Türklerin fikir ve fen aleminde ne kadar ileri olduklarının yüksek şahitleridir. Bizans prenslerinin Türk ordugahlarında staj yaptıklarını, her konuda ders aldıklarını da hatırlatmak isterim. Daha Atilla zamanında Doğu Roma İmparatorluğu’nun Türklerin haraçgüzarı olacak kadar siyasette ve askerlikte bilgi ve beceriden yoksun düzeyde olduğu bilinmektedir. Bizans’ı alan Türklerin, ekonomik hayatta, Bizanslıların çok ilerisinde olduğunu anlatmaya dahi gerek yoktur.”[28]
Görüldüğü gibi Atatürk, İstanbul’un fethinin arkasındaki “akla”, “fenne”, “tekniğe” vurgu yapmaktadır. “Yüksek bir akılla” İstanbul’u fetheden zihniyetle övünen Atatürk, daha sonraki yüzyıllarda “yüksek akılsızlıkla” bir devleti batıran zihniyeti eleştirmektedir.
Aslında mesele bu kadar basittir.
Atatürk, bir keresinde Fatih’e hayranlığını şöyle ifade etmiştir:
Bir gün İstanbul’un fethinden konuşulurken söz Fatih Sultan Mehmet’e gelir. Atatürk ortaya: “Tarih acaba benim mi yoksa İkinci Mehmed’in mi yaptığımız işleri daha mühim bulacaktır” diye bir soru atar.
Orada bulunanların neredeyse hepsi: “Siz!..” derler. Bunun üzerine Atatürk “Niçin?” diye bir soru daha sorar.
Cevap sırası gelenler, “Atatürk’ün Fatih’ten çok büyük olduğunu kanıtlamak için” akla hayale gelmeyecek kanıtlar toplamaya ve Atatürk’e övgüler dizme konusunda adeta birbiriyle yarışmaya başlarlar.
Hatta bazıları: “Sizin yanınızda Fatih kim olurmuş?” der.
Ancak bütün bu cevaplar Atatürk’ü tatmin etmez.
Sonunda söz orada bulunanlardan en genç olana gelir. Bu genç: “Efendim!” der ve şöyle devam eder: “Tarih bir sınav salonuna benzer, karşısına gelenlere birtakım özel sorunlar verir. Sonuçta verdiği sorunları çözüşüne ve bundaki yeteneğine göre bir numara verir. Aşağı yukarı tarihin sınavına çıkanların hepsi ayrı şartlar içinde ayrı sorunlar karşısında kalmışlardır. Bunları en iyi halledenler de tereddütsüz on numara almışlardır …
Fatih karşısına çıkan sorunları en iyi şekilde çözerek on numara almıştır. Siz de önünüze çıkan sorunları halletmiş ve on numarayı kazanmış bir tarih büyüğüsünüz.”
Bu sözleri büyük bir dikkatle dinleyen Atatürk: “Bravo!” diyerek genci kutladıktan sonra biraz önce Fatih’i küçümseyenlerden birine dönerek:
“Sen haltetmişsin!..” der ve şunları söyler:
“Ben Fatih’ten büyük olabilir miyim! Çok kereler Fatih’in karşılaştığı meseleleri düşündüğüm zaman ben de aynı çözüm yollarını bulmuşumdur. Yalnız, Fatih, benim karşısında kaldığım sorunları nasıl hallederdi?Bunu çok merak ederim.. İkinci Mehmet büyük adamdır büyük…”
Atatürk, biraz uzaklara dalıp düşündükten sonra “Tarihimize nasıl bakmalı?” sorusuna cevap verircesine şunları söylemiştir:
“İmkan olsa da her Türk ailesinin tarihi tespit edilebilse. Asırlar içinde her ailenin bir, iki, üç büyük adam verdiği tespit edilebilir. Mesela Timur soyundan Hasan Baykara, Osmanoğulları’ndan Fatih, Yavuz, hatta Dördüncü Murat, Selçukoğulları’ndan Ertuğrul, Kılıç Arslan filan o dönemin tarih anlayışı içinde hatıraları bize kadar ulaşmış Türklerdir. Yalnız şunu da unutmamalıdır ki, hiçbir adamın memleketine hizmet etmiş olmasına karşılık, sülalesini bir memleketin başına sarmağa da hakkı yoktur. Onun içindir ki Türk’ün karakterine bey’zadelik geleneği yerleşmemiştir. Türk, Türk olduğu için asildir. Bu Anadolu’nun en ücra köşesindeki Mehmetçik, vaktiyle dünyanın yarısını titretmiş bir sınır beyinin nesli olabilir. Ama bundan dolayı hiçbir iddiası yoktur. Çoğumuz büyük babamızın babasını hatırlamayız. Bütün soy gururumuzu Türk olmanın içinde buluruz. İşte onun içindir ki cumhuriyet Türk’ün en tabii yönetim şeklidir.
Amma ben Fatih’in devrinde yaşasaydım reyimi (oyumu) tereddütsüz ona verir ve onu reisicumhur (cumhurbaşkanı) seçerdim”[29]
İşte Atatürk’ün Fatih’e bakışı… İşte Atatürk’ün Osmanlı’ya bakışı… Tarihiyle “kavga” etmeden yanlışları ve doğruları ayrı ayrı ortaya koyan, tarihten dersler çıkaran ve bu derslerle geleceği biçimlendiren bir lider. Oy uğruna, “Osmanlı romantikliği” ve “padişah seviciliği” yapmayan, hain Vahdettin’i alabildiğince eleştirirken büyük Fatih’e sonuna kadar sahip çıkan gerçek bir lider…
İşte Atatürk… İşte Atatürk’ün “Muhteşem Yüzıl”a bakışı…
Sinan Meydan
[1] Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, Ankara, 2001.
[2] Afet İnan, Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları, s. 27, 28.
[3] Atatürk, Nutuk, İstanbul, 2002, s. 341.
[4] Nutuk, s.341,342.
[5] Age, s.342.
[6] Age, s.342,343.
[7] İnan, age, s.27.
[8] Cumhuriyetin resmi yayın organı durumundaki Hakimiyet-i Milliye gazetesinde Osmanlı’ya yönelik çok ağır eleştiriler vardır. Bkz. Hakimiyet-i Milliye, 10 Haziran 1929, 6 Mart 1929.
[9] Atatürk’ün Söylev Ve Demeçleri, C.II, Ankara, 1972,s. 103-105.
[10] Age, s.103-105.
[11] A. Mithat İnan, Atatürk’ün Not Defterleri, s.118-121.
[12] Age, s.121.
[13] “Vahdettin’in hainliği” konusunda, Türk ve dünya arşivleri taranarak yapılmış son çalışmalardan biri için bkz. Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, s. 102-279
[14] Nutuk, s.1.
[15] Age, s.546.
[16] Mehmet Halit Yaşaroğlu, Atatürk’ün Bilinmeyen Hatıraları, İstanbul, 1954, s.57.
[17] Asım Gündüz, Hatıralarım, İstanbul, 1953, s.14 vd.
[18] Taha Akyol, “Osmanlı ve Bizans”, Milliyet, 10 Aralık 2004.
[19] Sabahattin Özel, Atatürk ve Atatürkçülük, İstanbul, 2006,s.184.
[20] Sinan Meydan, Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi, 3.bs, İstanbul, 2010, s. 124 vd
[21] Atatürk’ün Tarih Tezi’nin 1949’dan sonra nasıl değiştirildiği ve ABD’nin tarih kitaplarına nasıl müdahale ettiği konusunda bkz. Sinan Meydan, Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi, 3. bs, İstanbul, 2010, s.351 vd.
[22] Atatürk’ün Not Defterleri II, Ankara, 2004, s. 28.
[23] Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.I, s. 27.
[24] Atatürk’ün Hz. Muhammed’e bakışı hakkında bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, 4.bs, İstanbul, 2010, 871 vd.
[25] Asaf İlbay’dan aktaran, Özel, age, s.184,185; Meydan, Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi, s.128, 129.
[26] Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, s.941-944.
[27] Atatürk bu sözleri 1937’de bir gazetede Abdülhamit’i ağır şekilde eleştiren bir yazı kaleme alan kişiye söylemiştir.Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, s.34,35.
[28] Ergün Sarı, Atatürk’le Konuşmalar, s. 183,184.
[29] Yaşaroğlu, age, s.57,58.