Son Padişah Vahdettin, hiç hazır olmadığı halde birden bire,
en kritik dönemde (I. Dünya Savaşı’nın sonunda) 4 Temmuz
1918’de Osmanlı tahtına oturmuştur. O günlerde Vahdettin,
Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’ye, “Ben bu makam için
hazırlanmadım… Şaşmış bir haldeyim, bana dua ediniz!”
demiştir.
Yavuz Sultan Selim’den sonra sakal bırakmayan
ikinci Osmanlı padişahı olan Sultan Vahdettin, “kimseye
kaptırmamak için sakal bırakmadığını” söylemiştir.
Evet belki sakalını kimseye kaptırmamıştır ama, daha kötüsü
bütün vücudunu eniştesi Damat Ferit’e ve İngiltere’ye
kaptırmıştır.
Vahdettin, padişah olur olmaz barış yollarını aramaya
başlamıştır.1238 Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ağır şartlarını
öğrenince, İzzet Paşa’ya şunları söylemiştir: “Bu şartları,
çok ağır olmalarına rağmen, kabul edelim. Öyle tahmin
ederim ki, İngilizlerin doğuda asırlarca devam eden
dostluğu ve lütufkâr siyaseti değişmeyecektir. Biz onların
hoş görüsünü daha sonra elde ederiz.”
Görüldüğü gibi Vahdettin, İngiliz “dostluğuna” ve “lütufkârlığına”
güvenerek ve daha sonra da İngilizlerin “hoş görüsüne” sığınmayı
düşünerek, Anadolu’nun işgaline neden olan Mondros Ateşkes
Antlaşması’nın imzalanmasını kabul etmiştir.
Vahdettin, İngilizlerin “hoş görüsünü” kazanmak için de
“İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin” kurucusu Sait Molla ile ilişki
kurmuştur. Bu nedenle Mustafa Kemal, Vahdettin için,
“Sait Molla’yı evvel” (Sait Molla’nın öncüsü) demiştir.
Vahdettin’in İngiltere’ye yakınlaşma politikası, 24 Kasım
1918’de Daily Mail gazetesi muhabiri G. Ward Price’le
görüşmesiyle başlamıştır. Vahdettin bu görüşmede Price’e,
“İngiltere’de, öteden beri Türklere karşı mevcut dostluk
duygularını, I. Dünya Savaşı başladığı zaman hemen yok
olmuş değildir. Fakat, Ermenilerin öldürülmeleri, İngilizlerin
Türkiye’ye karşı duygularında derin bir değişiklik
meydana getirmiştir. Bu kötülükler kalbimi yaralamıştır…
Adalet, çok geçmeden yerini bulacaktır. İngiliz milletine
kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularımı, Kırım Savaşı’nda
İngilizlerin müttefiki olan babam Sultan Abdülmecit’ten
miras aldım. Şimdi, bu sebepten, memleketim ile Büyük
Britanya arasında öteden beri var olan dostane ilişkileri
yenileyip, kuvvetlendirmek için elimden geleni yapacağım…”
demiştir
Bu sözleriyle İngilizlerin dikkatini çeken
Vahdettin, kısa bir süre sonra çok daha ileri giderek İngilizlere
açıkça “Türkiye’nin yönetimini elinize alın” teklifinde
bulunmuştur.
General Milne, 16 Aralık 1918 tarihli raporunda, “Padişah’ın
Sami Bey’i, Ordu Genel Karargâhı’na gönderdiğini,
Türkiye’nin idaresini mümkün olduğu kadar çabuk ele
alması için, İngiliz Hükümeti’nden istirhamda bulunduğunu,
barışın beklenilmesi halinde geç kalınmış olacağını söylediğini,
İngiliz memurlarının kontrol amacıyla memleket
içine gönderilmesini ve bu sayede İngiliz subaylarının idareye
yardımda bulunmalarını rica ettiğini” bildirmiştir.
10 Ocak 1919’da Bolfour’a gönderilen özel bir mektupta,
Padişahın iyi bir İngiliz dostu olduğu ve İngiliz Yüksek Komiserliği
ile ilişki kurmak için herhangi bir yol olup olmadığını
merak ettiği ve İngiltere’nin kendisine “halifelik” makamında
destek olup olamayacağını sorduğu belirtilmiştir.
Sadrazam Damat Ferit Paşa, 30 Mart 1919’da, Padişah
Vahdettin’le birlikte hazırladığı “bir projeyi” İngiliz Yüksek
Komiseri’ne sunmuştur. Şaşırtıcı bir şekilde Sadrazam
ve Padişah, bu projeyle Türkiye’nin geleceğini 15 yıllığına
İngiltere’ye bırakmayı teklif etmişlerdir:
İşte, son Osmanlı
Padişahı Vahdettin’in, Sadrazam Damat Ferit aracılığıyla
İngilizlere sunduğu o “hıyanet” projesi:
“İngiltere, Avrupa
ve Asya’da gerek doğrudan doğruya Sultan’ın hakimiyeti
altında bulunan, Türkçe konuşan ve gerekse özerklikten
faydalanan vilayetlerde, Türkiye’nin ecnebilere karşı bağımsızlığını
ve memleket içinde sessizliği temin etmek için
gerekli gördüğü yerleri 15 yıl süreyle işgal edecektir… İngiltere,
dostluk hisleriyle duygulanarak Osmanlı Bakanlıklarında
gerekli görülen yerlere İngiliz müsteşarlarının
Sultan tarafından tayinlerine izin verecektir.Bundan başka
İngiltere hükümeti, her vilayette birer İngiliz Başkonsolosu
tayin edecek ve bu konsoloslar 15 yıl süreyle vali
yanında müşavirlik görevi yapacaktır. Vilayet, Belediye
Meclisleri seçimleri ve parlamento üyelerinin seçimi İngiliz
konsoloslarının kontrolleri altında yapılacaktır. İngiltere
hem başkent İstanbul’da hem vilayetlerde maliyi çok
sıkı kontrol etme hakkına sahip olacaktır. Anayasa, Doğu
halkının siyasi anlayışına ve yeteneklerine uygun olarak
sadeleştirilecektir…”
Ey Vahdettin’i Kurtuluş Savaşı
kahramanı yapan utanmazlar!... Vahdettin’in, 30 Mart
1919’da, Sadrazam Damat Ferit aracılığıyla İngilizlere
sunduğu bu “onursuzca” teklifleri nasıl açıklayacaksınız?
Özetlemek gerekirse: 1. İngiltere, gerekli gördüğü yerleri 15 yıllığına işgal edebilecek,
2. Sultan, Osmanlı Bakanlıklarında gerekli görülen
yerlere İngiliz müsteşarlarının tayinine izin verecek, 3. Her
vilayete birer İngiliz konsolosu tayin edilecek, 4. Bu konsoloslar,
15 yıl süreyle valinin yanında müşavirlik yapacak,
5. Türkiye’deki seçimler İngilizlerce kontrol edilecek, 6.
İngiltere’ye maliyeyi çok sıkı kontrol etme hakkı verilecek, 7.
Doğu halkının (Ermeniler ve Kürtler) anlayışına göre anayasa
sadeleştirilecek.
Vahdettin’in bu istekleri, Türkiye’nin
her bakımdan “kayıtsız, koşulsuz” İngiltere’nin yönetimi
altına bırakılmasıdır. Üstelik Vahdettin bunu, İngiltere’nin
isteği üzerine değil, İngiltere’ye yaranmak için kendi isteğiyle
yapmıştır.
Görüldüğü gibi Sultan Vahdettin’in, Mustafa
Kemal’i, Kurtuluş Savaşı’nı başlatması için Anadolu’ya gön-
dermesi bir yana, o kendi vatanını kendi elleriyle 15 yıllığına
emperyalist İngiltere’ye teslim edecek bir karaktere sahiptir.
Vahdettin, 30 Mart 1919 tarihinde İngilizlere, “Türkiye’nin
İngiltere mandası olmasını” önerdiğinde, Mustafa Kemal’in
Samsun’a gitmesine sadece 50 gün vardır.
Sadrazam Damat Ferit, “İngiliz mandası” önerisini 8 Eylül
1919’da da bir kere daha tekrarlamıştır. Hatta İngilizlerle gizli bir antlaşma yapılmıştır. 30 Mart önerisinden farklı
olarak bu sefer İngilizlere, Türkiye’nin “bağımsız bir Kürdistan”
kurulmasına karşı olmadığı da belirtilmiştir. Damat
Ferit, bu gizli antlaşmayı, Padişah Vahdettin’in temsilcisi
sıfatıyla imzalamıştır. Anlaşma, diğer İtilaf devletlerinden
gizli tutulmuştur.
Vahdettin, 15 Temmuz 1919’da The Morning Post gazetesi
muhabirine, “Ben daima İngiltere’ye hayranlık besledim ve
daima İngiltere’ye dost bir siyasetin destekçisi oldum; biz
İngiliz milleti ile hükümetinin insaf ve insanlık duyguları
ile adaleti temin için bize yardım edeceklerini ümit etmekteyiz…”
demiştir.
Vahdettin’in “onursuzca” İngilizlere yalvarıp yakarması, İngilizleri
bile şaşırtmıştır. İngiliz Siyasi Müşaviri T.B. Hohler,
4 Kasım 1919 tarihli raporunda Vahdettin hakkındaki gözlemlerini
şöyle sıralamıştır: “Sultanlık idaresi şimdi bayağı
ve boş bir tavır takınmış bulunmaktadır… Sultan ise zayıf
karakterli olup… Yıldız’da titreye titreye oturmaktadır….
Belki de bazı olayların kendisini taç ve tahtından yoksun
bırakacağından korkmaktadır. Osmanlı hanedanı artık
kuvvetten düşmüş gibi görünüyor. Bu hanedana mensup
hiçbir prens, halkını idare edebilecek yetenek ve enerjiye
sahip görünmemektedir” demiştir.
Vahdettin’in, “ezik”, “korkak”, “aciz” bir şekilde İngilizlere
yalvarıp yakarması karşısında ondan kendilerine herhan-
gi bir zarar gelmeyeceğine inanan İngilizler, Vahdettin’le görüşmeyi
bile kabul etmemişlerdir. Örneğin, Yüksek Komiser
Amiral de Robec, Vahdettin’in kendisiyle görüşme ricasını
reddetmiştir.
“Çanakkale Olayı” adlı kitabın yazarı David
Walder, bu durumu, “Yenik Türkler o derece işbirlikçi
idiler ki, bundan dolayı işgal güçleri güç durumda kalıyordu”
diyerek açıklamıştır.
Vahdettin, açıkça Anadolu’daki Mustafa Kemal’e ve Milli
Harekete cephe aldıktan sonra İngilizler Vahdettin’i tanımışlar,
onunla muhatap olmuşlardır. Vahdettin’in, “Bizi
düşmanlardan koruyun, ne isterseniz yaparız” şeklinde Kral V. George yazdığı mektuba Kral George’un makul bir yanıt
vermesi bu durumu kanıtlamaktadır.
İtilaf devletleri ancak Sevr Antlaşması’nın imzalanmasından
sonra Vahdettin’i dinlemeye başlamışlardır. İtilaf devletleri
Vahdettin’le ilk defa 21 Ağustos 1920’de görüşmüştür. Amiral
de Robecek, bu görüşme hakkında şu bilgileri vermiştir:
“Vahdettin, Türkiye’nin ölüm fermanı demek olan Sevr
Antlaşması’nın imzalanması için emir verirken gelecekte
İngiltere’nin yardımına dayanacağı ümidi beslediğini…
yaşayacak olduğu taktirde bir dost yardımına ihtiyacı olduğunu…
belirtmiştir.”
“İngiliz Belgeleri” nin yazarı G. Jaeschke,
“Vahdettin Sevr’e engel olamamış değil, Sevr’e
sebebiyet vermiştir” demiştir.
Vahdettin, İngilizler karşısında
biraz “dik durabilseydi” belki Sevr Antlaşması hiç imzalanmayacak,
belki binlerce Mehmetçik Anadolu yaylasında
can vermeyecekti…
Vahdettin, sık sık İngilizlere Mustafa Kemal’i ve arkadaşlarını
şikâyet etmiş, onları ortadan kaldırmaları için İngilizleri
harekete geçirmeye çalışmıştır. Örneğin, Büyük Taarruz’un
yaklaştığı günlerde, 7 Ağustos 1922’de İngiltere Yüksek
Komiseri’ne şunları söylemiştir: “Millici liderler bir hükümet
değildir, bir isyancılar ve ihtilalciler topluluğudur.
Onlar, İttihat ve Terakki’nin canlandırıcılarıdır. Çeşitli adlar
altında –ki bunların sonuncusu milliyetçilerdir– kişisel
çıkarları için, ülkede egemenliklerini kurmaya çalıştılar.
Masum halkın vatanseverliğini ve iyi niyetini sömürdüler.
İnançları ve politikaları bakımından onlar Bolşevik’ten
başka bir şey değillerdir. Ben ve hükümetim barış yapmaya
ve bu yolda özverilerde bulunmaya hazırdır… Millicilerin
gücü abartılıyor. Onların gücü, Yunan’ın Türk arazisini
işgal altında tutmasından ve merkezi Hükümet’in sözünü
geçirme olanaklarından yoksun bırakılmasından ileri
gelmektedir. Yunan’ın, geri çekilmesi ve boşalan arazinin
kısım kısım meşru hükümete teslim edilmesi, Millicileri
güçsüz bırakacaktır…”
Kurnaz Vahdettin, bir taraftan
Mustafa Kemal ve arkadaşlarına “Bolşevik” ve “İttihatçı”
damgası yapıştırarak, İngilizleri milliyetçilerin üzerine saldırtmak
isterken, diğer taraftan da Yunan’ın çekilmesiyle
milliyetçilerin güçlerini tamamen yitireceğini belirterek, bu
sefer İngilizleri Yunanlıların üzerine saldırtmak istemiştir.
Böylece Mustafa Kemal, Milli Hareket ve Yunan tehlikesi
ortadan kalkacak ve meydan yeniden Vahdettin’e kalacaktır!
Ne engin öngörü ama!...
İngiliz arşivlerinde yapılan araştırmalarda, Vahdettin’in bazı
İngiliz yetkililere yazdığı mektuplarda Atatürk için “küfre
varan derecede ağır ifadeler” kullandığı görülmüştür.
Yunanlıların İzmir’i kanlı bir şekilde işgal ederek Anadolu’
ya ayak basmalarında da Vahdettin’in “korkak” ve “İngilizci”
politikalarının etkisi vardır. Şöyle ki: Yunanlıların İzmir’e
çıkarılacağı duyulduğunda Aydın Valisi Nurettin Paşa, bölgede
bir Türk savunma hattı oluşturmaya çalışmaktadır. Bu
Türk savunma hattını zayıflatmak isteyen İngilizler, Nurettin
Paşa’nın geri çağrılmasını ve yerine İngiliz isteklerine karşı
gelmeyen birinin atanmasını istemişlerdir. İstanbul Hükümeti,
Padişah Vahdettin’in de onayını alarak, Nurettin Paşa’yı
görevden almış ve yerine “İngilizlere güvenen” İzzet Bey’i
Aydın valiliğine atamıştır. İzzet Bey, göreve başlar başlamaz
bölgedeki Milli hareketi etkisizleştirmek için çalışmalara başlamıştır.
Direnişten yana olan Nurettin Paşa’nın yerine İngiliz
isteklerine boyun eğen İzzet Bey’in Aydın valiliğine atanması,
İzmir ve civarını Yunan işgali karşısında savunmasız bırakmıştır.
İzmir’in bu savunmasızlığında, İngilizlerin isteğiyle bu
değişiklikleri yapan Vahdettin’in büyük rolü vardır.
İstanbul’daki, İngiliz Yüksek Komiseri Yardımcısı Richard
Webb’in 19 Ocak 1919’da İngiltere Dışişleri Bakanlığı
Müsteşar Yardımcısı, Sir Ronald Graham’a gönderdiği özel
mektuptaki şu ifadeler, Vahdettin’in “korkak” ve “onursuz”
politikalarının Türkiye’yi ne hâle getirdiğini olanca açıklığıyla
gözler önüne sermektedir: “Görünüşte ülkeyi işgal
etmediğimiz halde, şimdi valilerini atıyor veya görevlerinden
uzaklaştırıyoruz; polislerini yönetiyor, basınlarını denetliyor,
zindanlarına girerek Rum ve Ermeni tutukluları
işlemiş oldukları suçlara aldırmadan özgür bırakıyoruz…
Demiryolları sıkıca denetimimizde tutuyor ve isteğimiz her
şeye el koyuyoruz… Politikamız, süngünün keskin ucuna
dayanır… Halife elimizin altında bulundukça İslam dünyası
üzerinde ek bir denetim aracına sahibiz… Bildiğiniz
gibi Padişah bizi buraya yerleştirmeyi diliyor…”
İşte, kadim yobazların, “Kurtuluş Savaşı kahramanı” diye
yutturmaya çalıştıkları Vahdettin gerçeği… İngiliz arşivleri,
Vahdettin’in “İngilizciliğini, Mustafa Kemal ve Milli Hareket
düşmanlığını” gözler önüne seren yüzlerce belgeyle doludur.
Su katılmamış İngilizciliği, Milli Hareket karşıtı tutumu ve
Kurtuluş Savaşı sonrasında ülkeden kaçması gibi nedenlerle, geleneksel
yapısı ağır basan I. TBMM’de bile ciddi bir Vahdettin
karşıtlığı başlamıştır. Meclis’te “Vahdettin’in adı” geçtiğinde
homurdanmalar başlamış ve hatta bazı milletvekilleri Vahdettin
hakkında “çok ağır sözler” kullanmışlardır. Örneğin, 23 Nisan
1921 tarihli toplantıda İstanbul Mebusu Neşet Bey, Vahdettin
için “kahrolsun” ifadesini kullanmış, Aynı Neşet Bey, 9 Temmuz
1921 tarihli toplantıda da “domuz” tabirini kullanmıştır.
Tunalı Hilmi Bey, Vahdettin’e “taçlı hain” demiştir. Diyarbakır
Mebusu Hacı Şükrü Bey ise meclise verdiği bir önergede
padişahı şeytandan daha kötü olarak nitelendirerek, Müslümanların
besmeleyle padişahı taşlamalarını önermiştir. Saltanatın
kaldırılmasından hemen sonra, 30 Ekim 1922’de TBMM’de,
aralarında Ali Fuat Paşa, Kırşehir Mebusu Müfit Hoca ve Rauf
Bey’in de bulunduğu birçok milletvekili Vahdettin hakkında
“çok ağır sözler” söylemişlerdir.
Kurtuluş Savaşı sonrasında, 17 Kasım 1922’de, “hayatımı
tehlikede hissediyorum” diyerek İngiltere’ye sığınan Vahdettin
hakkında Mustafa Kemal de Nutuk’ta çok ağır sözler söylemiştir:
“Her ne sebeple ve her ne şekilde olursa olsun, Vahdettin
gibi hürriyetini ve hayatını, milleti içinde tehlikede görebilecek
kadar adi bir yaratığın, bir dakika bile olsa bu milletin başında
olduğunu düşünmek ne hazindir! Şükre değer bir durumdur
ki, bu alçak, mirasına konduğu saltanat makamından millet
tarafından atıldıktan sonra, alçaklığını sonuna kadar getirmiş
oluyor. Türk milletinin bu işte önce davranması elbette takdire
değer.
Aciz, adi, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini
kabul eden herhangi bir yabancının koruyuculuğuna sığınabilir.
Ancak, böyle bir yaratığın bütün Müslümanların halifesi
sıfatını taşıdığını ifade etmek elbette doğru değildir…”
Mustafa Kemal Palaoğlu’nun dediği gibi:
“Milli Mücadele’yi Atatürk başlattı, milletle beraber yaptı
ve başarıya ulaştırdı.
Milli Mücadele’yi başlatma şerefini gerçek sahibinin elinden
alıp Vahdettin’e bağışlamak isteyenler, boy boy hanımlar, beyler,
lütfen dinleyiniz!
Çiğiltepe’yi söz verdiği dakikada alamadığı için hayatına
son veren kahraman Miralay Reşat Bey, bunun için ölmedi.
Bütün bir Milli Mücadele’nin şehitleri ve gazileri temiz
kanlarını, yıllar sonra Milli Mücadele’yi başlatma onurunu, o
mücadelenin önderinin elinden alıp Vahdettin’e versinler diye
dökmediler.”
Bu konunun detaylarınaATATÜRK'ÜN GİZLİ KURTULUŞ
PLANLARI adlı kitabımda yer verdim
Sinan Meydan